7 Ekim 2018 Pazar

Batman - White Knight Neden Kötü Bir Batman Çizgi Romanı?




Bu yazı Batman - White Knight serisinin sonu da dahil olmak üzere tümü hakkında bilgiler içermektedir ve eğer seriyi okumak gibi bir düşünceniz varsa, devam etmenizi tavsiye etmiyorum.

Yazar ve çizerliğini Sean Murphy’nin üstlendiği Batman - White Knight, 2017 yılında yayım hayatına başladı, geçtiğimiz eylül ayında ise tamamlandı. Okumak için sona ermesini beklediğim bu seriye, aslında okuduğum diğer çizgi romanların son sayfalarına yerleştirilen reklamlarını gördüğüm andan itibaren ya çok seveceğimi ya da nefret edeceğimi bilerek garip bir hissiyat içerisinde yaklaştım. Çizimleri beni ümitlendirse de, Joker’in haddinden fazla ön plana çıkarıldığı, hatta Batman’le denk tutulduğu hikayelerden gına geldiği için, okumayı biraz erteledim bile denilebilir. Bugün en sonunda, başına oturacak vakit ve isteği bulduğumda ise malesef korktuğum başıma geldi.

Batman - White Knight’ı hiç ama hiç beğenmedim. Ve aşağıda nedenlerini teker teker sıraladım.
 
“Kahraman Joker, kötü adam Batman!” yalanı.

Eğer sağdaki sayfanın, çizgi romanın belkemiği olmasını, herkesin hatırlayacağı bir sahne olarak belleklerde yer etmesini istiyorsan, bu iddiana yüzde yüz bağlanmalısın ve asla olmasa bile yeri gelene kadar şaşmamalısın. White Knight görücüye çıkmadan önce ve ilk sayısı yayımlandığında, gerek DC Comics’in reklamları, gerekse inceleyen internet siteleri tarafından yukarıda belirttiğim motto ile tanıtıldı.

Külliyen yalan.

Hikaye boyunca, Joker asla tamamen “iyi bir adam” ya da kahraman olmuyor. Daha önce farklı serilerde de Joker’in dönüşüme uğramadan önceki hali ya da alt kişiliklerden biri olarak karşımıza çıkan Jack Naiper kimliği, her ne kadar “Batman’i takıntı haline getirdiğini.” ve “Artık Gotham şehri için birşeyler yapmak istediğini.” iddia etse de, seri boyunca Batman’e olan takıntısını asla tam olarak kaybetmiyor. Evet, birkaç iyi iş başarmasına başarıyor ama, bunu ancak Joker’in de sık kullandığı MANİPÜLASYON yöntemini bir türlü bırakmıyor.

Bir benzeri Batman için de geçerli. Pek çok Batman serisine göre daha acımasız ve gözü kara bir karaktere sahip olsa da, aslında bunun sebebini daha hikayenin başında görüyoruz. Batman dengesizleşmiş, çünkü Alfred ölüyor. ALFRED. Babası yerine koyduğu adam. Tanıtım yapılan sahnenin dışında, Batman asla “söz verdiği” sınırı geçmiyor ve başkaları ile ilişkileri dönem dönem sekteye uğrasa da, okuyucu olarak “kötü adam” olmadığını aslında biliyoruz.

Hikaye genel olarak, her kötünün içinde bir iyilik ve her iyiliğin içinde bir kötülük olabilir, kimse siyah ya da beyaz değildir görüşü ile ilerlese de, - ki aslında bu da oldukça güzel bir tema olabilir Batman için - SENİN EN BAŞTA SÖZ VERDİĞİN ŞEY BU DEĞİLDİ!


Joker olmasa Batman olmazdı geyiği.

Bu muhabbetten o kadar çok sıkıldım ki anlatamam. Evet Joker güzel bir karakter, evet Heath Ledger inanılmaz bir aktördü, evet belki de Batman’in en eğlenceli, vurucu, mihenk taşı olarak kabul edilen serilerinden birkaçı Joker sayesinde gerçekleşti ANCAK Batman, Joker olmasaydı da pekala Batman olurdu.

Bruce Wayne’i Batman yapan şey asla Joker olmadı, Bruce Wayne’i Batman yapan şey, ailesinin bir sokak arasında öldürülmesi dahi değil. Gotham dizisine ait incelemem de de yazdığım gibi, eğer Martha ve Thomas Wayne, Metropolis sakinleri olarak bir sokak arasında öldürülselerdi, Batman yine suçla savaşmaya kendini adayabilirdi ancak bildiğimiz, tanıdığımız anlamda Batman olmazdı. Bruce Wayne’i Batman yapan tek ve en önemli etkeni seçmem gerekirse, bu Gotham şehridir. Ve Gotham, asla Joker’den ibaret değil.

Açık konuşmak gerekirse, Joker’in son dönem medya ve çizgi romanlarında akıl almaz hız kazanan popülerliğini, Heath Ledger’ın başarılı oyunculuğu kadar, The Dark Knight serisinin sevilmesinin sebeplerinin yapımcılar tarafından yanlış anlaşılmasına da bağlıyorum. Nolan’in filmlerinin kalitesi bir yana, benim için hiçbir zaman “süper kahraman filmleri” kategorisinde değerlendirilmemesi gereken, hatta “Baman” kategorisine bile zorla sıkıştırılabilecek filmlerdir. Nolan ne Gotham’ı, ne de Batman’i anlatır, tam aksine kötü adamların hikayeleri her üç filmde de ağırlıktadır ve bu elbette kötü olarak değerlendirilmek zorunda değil, ancak bu filmlerin süper kahraman filmleri olduğunu iddia etmek de imkansız.

Joker’in getirildiği bu noktayı biraz da, V for Vandetta ya da Fight Club’ın, zamanında yaratıcılarının aklında esas materyali hazırlarken her ne ideoloji varsa, bunun zerresinin dahi bırakılmadan içleri boşaltılarak bir çeşit sokak geyiğine kadar düşmüş olmalarına benzetiyorum. Cthulhu’nun bile oyuncaklarının çıktığı şu dönemde, Joker’in ve Batman’in endamlı kalmalarını beklemem sanırım asıl hata.


Naziler?

Neden? Neden ama? Çizgi romanlarda nazi görmekten sıkılanlar olarak imza falan mı toplasak? Hayır yazarın, nazileri bir hikayeye yön veren etken olarak kullandığı alanda kullanılabilecek, Gotham’ın çok başka etkenleri var. Court of Owls var mesela, Ra’s Al Ghul var. Eminim okunup araştırılırsa şuan benim aklıma gelmeyen daha pek çok sır da bulunur. Neden naziler?

Hadi, nazileri kullanma kararını verdin diyelim, peki neden serinin SON sayısına kadar, Thomas & Martha Wayne’in nazi sempatizanları olduğu algısını yaratıyorsun ki? Sırf Batman’i biraz daha kötü adam misali göstermek için, bu kadarı da yapılmaz. Aynısını Telltale Games’te yaptı, ne olduğunu gördük. Şirketi kapattıları, battılar. Flashpoint Paradox’un anlattığı Batman kalitesinde bir hikaye ile karşımıza çıkmayacak olanlar, şu adamla kadını rahat bıraksın.

Tüm bunları geçtim, Wayne’lerin nazi olmadıklarının anlaşılıyor sonuç olarak ama, birileri bana şu sorunun cevabını verirse çok sevineceğim. Neden Amerikan hükümeti, nazi teknolojisi ile geliştirilen bir çeşit biyolojik silahı Gotham’ı hedef alabilecek şekilde yerleştiriyor? Silahın, çok uzağa etki edip edemeyeceğini hiçbir zaman öğrenemiyoruz ve aslında işleyiş şekline bakılırsa, edemez de. Belki de bu konu hakkında haddinden fazla kafa yoruyorum ancak, Mr. Freeze dokunuşu dışında Batman - White Knight’ın nazileri dahil etmeye karar verdiği hiçbir hikaye parçasını beğenmedim.

Çok fazla karakter, çok az zaman.

White Knight’ın anlatmak istediği çok şey var, değinmek istediği pek çok karakter. Nightwing, Batgirl, Gordon, Mr. Freeze, iki Harley, Montoya, Hatter, zenginler, azınlıklar, sosyal adaletsizlik ve tüm bunların ortasında Batman. Özellikle Mr. Freeze ve Harley’lerin hikayelerinin seriye katkıları hoşuma gitse de, bütün bu karakterlerin ve fikirlerin bileğinin hakkıyla anlatılması için sekiz sayı yeterli değil. Çizgi roman, Murphy’nin aklında ulaşmak istediği bir son var da, o sona giden yolda pek çok düşüncenin savrukça kullanıldığı hissini uyandırıyor.

Dick Grayson - Bruce Wayne ilişkisi.

Nooooooooooooooooooooğ. No.

White Knight, kendine ait bir seri olduğu için Batman’in daha acımasız olmasını, kırılmasına sebep olduğu her kemik için bile Gotham ortopedi servisine milyondolarlık bağışlar yapmasının görmezden gelinmesini, Joker’in işlediği BİNLERCE SUÇUN “kayıtlarının bulunamamasını” (haha) hatta, HATTA Jason Todd’un hikayesinin değiştirilmesini bile anlayabilirim.

Ancak bunu değil.

Dick, Bruce’un öz oğlu kadar hatta daha değerli, ilk göz ağrısı, ilk Robin’idir. Ve, yeni çıkacak dizideki “Fuck Batman” repliği ne kadar can sıkıcı ise, bu seride ilişkileri de o kadar can sıkıcı. Elbette, Dick ve Bruce arasında ilişkinin her zaman mükemmel olduğunu iddia etmiyorum, ancak Bruce’un, Dick’i zaman zaman kendi yöntemlerinden ve hayatından uzak tutmasının sebebi, Dick’in büyüdüğünde kendisi gibi olmasını istememesidir. Kendine ait bir hayat kurabilecek kadar saf kalmasını. Ve Dick, büyüdüğünde bunu fark eder. Robin olarak işi bırakabilir ama Nightwing olarak daima Bat Ailesi’nde yeri vardır. Ve aralarında en az sevgi kadar da saygıya da dayalı olan bir ilişki.

White Knight’ta ise, Bruce ve Dick arasında o kadar sorunlu bir ilişki tasvir ediliyor ki, nereden başlayacağımı bilemiyorum. Sevdiğim, bildiğim Dick gitmiş yerine sinir bozucu velet Damian Wayne’nin büyümüş hali gelmiş. Ayrılarak en iyisini yaptım tavırları. AH! Bu konuda daha fazla konuşamayacağım ama White Knight şimdiye kadar tanık olduğum, Bruce-Dick ilişkisini EN KÖTÜ yansıtan çizgi romandı.

SONUÇ;

White Knight, içinde güzel fikirler bulunduran, ancak bu fikirlere gerekli zaman ayrılamayan, aceleye getirilmiş ve hepsinden de kötüsü Joker’in “güçlü bir erkeğe ihtiyacı olmadığını fark edip, tacize dayanan bir ilişkiden kurtulması” hikayesini ima eden kötü bir çizgi roman.

Not: Ayrıca birileri bu kadar güzel çizimlerin üzerine neden photoshopta yapılmış gibi duran şu alev efektinin eklendiğini de açıklayabilirse çok sevineceğim.
 

5 Ekim 2018 Cuma

Kiracı - Sisli Bir Londra Hikayesi veya Bir İngiliz Uşağının Psikolojisi




Batman okuduğu, izlediği ya da oynadığı sırada kendini Alfred’in yerine koyan biri ile karşılaşmadım hiç. Bruce Wayne’in, Selina Kyle’ın, Joker’in ve Gotham’ın çok çeşitli kötü adamlarının pek çok hayranı, seveni, hikayelerini okuyanı, cosplayini yapanı bulunur ancak Alfred için bu ya çok az geçerlidir ya da hiç geçerli değildir. Beni yanlış anlamanızı istemem, Alfred Batman için önemli bir karakterdir. Bruce Wayne Alfred’i çoğu zaman babası yerine koyar, onu yetiştiren adamdır, her derdine deva olan, koruyan ve kollayan. Ayrıca, Alfred’in parıltısını yakalayan oldukça etkileyici sahneler de vardır çizgi romanlarda. Bunların başında kişisel fikrime göre, her ne kadar asıl evrenin bir parçası olmasa da, Injustice serisinde, Superman, Batman’in belini kırdıktan sonra, Alfred’in kriptonu avuçlayıp, Superman’in ağzını burnunu kırması gelir. Ve her ne kadar Pennyworth isimli Alfred’in gençlik günlerini anlatacak bir dizinin dedikoduları dönüyor olsa da, şimdiye kadar Alfred’in kendine has bir serisinin olmamasının sebepleri var. Bunlardan biri, kimsenin sayfalar boyunca, hayatını adadığı efendisinin geceleri yarasa kostümüne bürünerek insanları yumruklamaktan haz duyduğu gerçeği hakkındaki iç çatışmalarını okumaktan pek de zevk ve heyecan duymayacak olması.


Kiracı’nın yazarı, Marie Belloc Lowndes benimle aynı fikirde değil.


1868 doğumlu Marie Adelaide Elizabeth Rayner Belloc Lowndes, ilk kitabı olan H.R.H. The Prince of Wales: An Account of His Career’i yayınladığı 1898 yılından itibaren, 1947’deki vefatına kadar ortalama her sene romanlardan, oyunlara kadar çok geniş bir yelpazede seyreden pek çok kitap yazmıştır. Bu kitaplardan en ünlüsü, Alfred Hitchcock’un da 1927’de filmini çektiği ve Türkçeye Kiracı - Sisli Bir Londra Hikayesi ismiyle çevrilen The Lodger. Yazarın çok sayıdaki kitapları arasından Türkçeye tek çevrilmiş olanı şimdilik bu. Hitchcock’un film uyarlaması hakkında da yazının sonlarına doğru değineceğim ancak şimdi, kitabın kendisine geçelim. Yazı boyunca “önemli” kategorisinde gördüğümde olaylara ve detaylara, edinip okumak isteyen olabileceği sebebiyle yer meyeceğim ancak yine de kitabın “özetinden” çok daha fazlasını bekleyebilirsiniz.

Karındeşen Jack cinayetlerinden esinlenen kitap, açlıktan ağzı kokan ancak bunu asla itiraf etmeyecek Bay ve Bayan Bunting çiftinin işlettikleri pansiyona aylar sonra bir müşteri gelmesi ile başlıyor. Çift hakkında ilk olarak öğrendiğimiz en önemli detaylardan biri, ikisinin de uzun zaman boyunca çeşitli beyefendi ve hanımefendilerin yanında uşak ve hizmetkar olarak çalıştıkları, eğitimleri ve karakterlerinin bu şekilde oturduğu. Kitap boyunca bu özelliklerinden şaşmıyorlar, hatta bu detay giderek önem kazanıyor.

Yanında bir dolu altınla kapılarını çalan Bay Sleuth, ilk başta Bay ve Bayan Bunting’in yüzünü güldürse de, tuhaf davranışları zaman içerisinde ikiliden özellikle kiracılarının hizmetini gören Bayan Bunting’in uykularını kaçırmaya başlıyor. Kitap boyunca, çoğunlukla Bayan Bunting’in bakış açısından tanık oluyoruz gelişmelere ve kendisinin düşüncelerini takip ediyoruz. Bayan Bunting, keskin doğruları ve yanlışları olan, dindar yine de kendi ayakları üzerinde durabilen, inatçı bir kadın olarak tasvir ediliyor. Bir yandan, kadınları vahşi bir şekilde öldüren Kindar isimli katilin yankıları Londra’yı sallarken, öte yandan kurtarıcıları olarak gördüğü Bay Sleuth’un garip huylarına anlam veremeyen Bayan Bunting’in, saygı, şefkat ve dehşet duyguları arasında gidip gelen ruh hali, kitabın önemli bir kısmını oluşturuyor.


Psikolojik gerilim türündeki Kiracı, türün örneklerinin pek çoğunun uyguladığı yöntemden şaşmayarak hikayenin kullandığı alanları oldukça sınırlandırıyor. Hatta hikayenin yüzde doksanının pansiyonun içerisinde geçtiğini söyleyebilirim. Kitap boyunca, sadece dört kere evin dışarısına çıkmış karakterleri takip ediyoruz ve bu asla tek başına Bay Sleuth değil. Aslında bakarsanız, Bay Sleuth’un ne düşündüğünü, ne yaptığını ve amacını asla öğrenmiyoruz, kendisi hakkında verilen bilgilerin tamamı Bay ve Bayan Bunting’in gözlemleri ve kanılarından ibaret. Ve aslında kitabın özellikle ilk yarısında gerilim yaratmak için kullandığı en büyük oyunlardan biri de bu. Biz okuyucular olarak daha kitabın ilk bölümünden Kindar’ın bu yeni gelen kiracı olduğundan şüphe duysak da, hatta kitabın arkasındaki özeti dahi bunu bariz bir şekilde ima etse de, tahminlerimizin kesinliğinin yüzde doksan dokuzun üzerine çıkması mümkün değil. Bizim başından beri farkında olduğumuz durumun, her bir sayfa çevirişimizde Bay ve Bayan Bunting için nasıl daha büyük bir olasılık haline geldiğini ve bu olasılığın yaşlı çiftin hayatlarını, tavırlarını, düşüncelerini nasıl etkilediğini, böyle korkunç bir ihtimal karşısında verdikleri normal ve anormal tepkileri anlatıyor aslında kitap.

Bu üçlü dışında, Bay Bunting’in ilk eşinden olan kızı Daisy, ve Bunting çiftinin aile dostları polis dedektifi Joe da sık sık pansiyonun oturma odasında karşımıza çıkıyor. Bu iki karakterin üzerinde çok durmayacağım zira, film hakkındaki paragraflarda daha derinlemesine inceleme fırsatı bulacağımı biliyorum. Normalde, yaşlı teyzesinin yanında kalan Daisy’nin bir süreliğine pansiyona taşınması ile, çiftin kiracılarının şüpheli davranışlarının yükü altındaki zihinleri genç Daisy’i olabildiğince bu adamdan uzak tutmaları gerektiği sorumluluğu sebebiyle daha da bulanıyor. Öte yandan, o güne kadar hoş sohbet bir şekilde karşıladıkları Joe’nun ziyaretleri, Daisy’i görebilmek amacıyla sıklaştıkça, polis dedektifinin benzer şüphelere bürünmesimesi için ellerinden geleni yapıyorlar.

İtiraf etmem gerekirse, Bay ve Bayan Bunting, kitap boyunca polislerinin kapılarını çalmasından üst katlarında cani bir katil yaşıyor olma ihtimalinden çok daha fazla korkuyorlar ve belki de bu, o dönemin farklı sosyal sınıflarının adalet sistemine ve “rezil olma” karşı tutundukları tavra aydınlık kazandırırken bir yandan da bugün okunduğunda aslında bazı şeylerin ve insan doğasının pek de değişmediği hissini uyandırıyor.

Kitapla alakalı, en önemli sorunum ise Bay Sleuth’un kendisi. Her daim başkalarının açısından ele alınan Bay Sleuth, kitap boyunca gizemli havasını korumayı başarıyor ve bu oldukça başarılı bir durum. Ancak, Kindar hakkında zaman zaman Bay Bunting’in okuduğu gazetelerden, zaman zaman ise diğer karakterlerin hakkında çok “zeki” ve “sinsi” bir karakter olduğunu öğreniyoruz ki, tüm Londra polisi seferber olmasına rağmen yakalanmadan pek çok cinayet işleyebilen bu kişinin bahsi geçen özelliklere sahip olduğunu varsaymak da oldukça doğal. Ancak, Bay Sleuth bu özellikleri neredeyse hiçbir zaman gerçekte gösteremiyor ve bir takım sahnelerde Bay ve Bayan Bunting’e karşı tutumunun tabir-i caizse aptalca olduğuna inanıyorum. Edebiyatın belkemiği, “Söyleme, göster!” emri maalesef Bay Sleuth söz konusu olduğunda kitap boyunca hiçbir zaman yeterlilik kazanmıyor.

Şimdilik kitap ve karakterler hakkında söyleyeceklerim bu kadar. Kiracı’nın Hitchcock yapımı uyarlamasına değinmeden önce açıklığa kavuşturmak isterim ki, ben sinemadan anlamam. Çekim teknikleri, kamera açıları gibi konularda gerek Hitchcock’un gerekse filmin sinema tarihinde ne kadar büyük bir önem arz ettiğine dair bir fikrim yok. Ve filmi izlememin sebebi, ah oturup bir Hitchcock filmi izleyeyim demem değil, tamamen, bu kitabın filmi ünlü bir yönetmen tarafından çekilmiş, acaba nasıl olmuş şeklindeki merakımdan. Bu yüzden film hakkındaki eleştirilerimin sadece senaryosu için olduğunu belirtmek isterim.




Ve işte gelelim, filmin senaryosunun Marie Belloc’un hikayesine neler yaptığına.

Kitapta hiçbir zaman yakışıklı olarak tasvir edilmemiş, sadece kişiliği değil suratının karakteristik özellikleri de çoğu zaman tuhaf olarak betimlenen Bay Sleuth, yani kitap boyunca en az altı, hayatı boyunca ise en az on iki kadını vahşice öldürdüğünü bildiğimiz KATİL, artık Ivor Novella isimli son derece eli yüzü düzgün bir aktör tarafından canlandırılan, yakışıklı, genç, belki kadın cinsi ile ufak tefek problemleri olsa da son derece alımlı bir beyefendi.

Ana karakterler Bayan Bunting ve eşi Bay Bunting varya, eh işte artık yoklar. Daha doğrusu yok gibiler. Arada temizlik falan yapıyorlar. Bazen Bayan Bunting’i endişeli bir ruh hali ile görüyoruz, o kadarcık. Çünkü filmin anlatmak istediği daha önemli şeyler var!

Yaşlı çiftin dostları, yakışıklı, genç, çalışkan, dürüst ve biraz da saf polis dedektifi Joe Chandler ise orta yaşlarının üzerinde, işini ciddiye almayan ve film boyunca Daisy’i suistimal etmeye çalışan bir sapık.


Ve Daisy’den bahsetmişken… Ah Daisy. Vah Daisy. Annesini küçük yaşta kaybetmiş, kısa bir süre öncesine kadar yaşlı teyzesine yardım etmek için onunla birlikte yaşayan, henüz on yedi yaşındaki çocuksu, masum Daisy’i aklınızdan çıkarın ve onun yerine, model olarak çalışan, her köşe başında önce Joe, sonra Bay Sleuth ile fingirdeşen bir kadın hayal edin. Ve daha da kötüsü, filmin ilerleyen dakikalarından Bay Sleuth’un aşığı olmaktan bir adım öteye gidemiyor! KATİLİN AŞIĞI! LOVE INTEREST! (Burada sinirden çığlık attığımı hayal edebilirsiniz.)

Pekala, sakinim. Sakinim. Bu değişikliklerin, gerek izleyici toplamak gerekse Daisy’nin kaderini meşrulaştırmak için eklenen cinsiyetçi bir zihnin ürünü olduğunu anlamak için sinema eleştirmeni olmaya gerek yok. Kitapta cinsiyetçi söylemler yok mu? Elbette var! 1900’lerin başında yazılan bir kitabın günümüz sosyolojik değerleri ile ölçüşmesini tabii ki de beklemiyorum. Ancak sadece o dönemde birçok eser yayınlamış bir kadın olarak değil, aynı zamanda ünlü bir Viktoryan dönemi feministi olan annesi, Bessie Rayner Parkes’ın da etkisiyle olsa gerek ki, Belloc’un kitabında ana karakter Bayan Bunting’in ağzından kadınlara yakıştırdığı veya yakıştırmadığı davranışlar hakkındaki düşüncelerinin sebebini biliyoruz. O güne kadar hizmet ettiği hanımefendilere saygıda kusur etmemek üzere eğitilmiş, ağzına tek bir damla içki bile koymamış oldukça dindar bir kadın olan Bayan Bunting’in, gerek diğer kadınlara yönelik yorumlarının, gerekse Daisy ile olan “Benim gençliğimde insanlar pazar günleri gezip tozmazlardı. Flört edenler kliseye birlikte giderlerdi.” (sf. 311) benzeri diyaloglarının arkasında sadece gerçekçi bir şekilde yaratılmış bir karakter var. Bayan Bunting’in tutunduğu değerlere neden inandığını biliyoruz. Hayat arkadaşnın sert doğasına karşı çekingen bir tutum sergileyen Bay Bunting’in, neden zaman zaman ilk eşinden yadigar kalan kızını üvey annesine karşı koruyamadığını biliyoruz. Eskiden çapkın bir adam olan Joe’nun, Daisy’i gördüğü günden beri kötü alışkanlıklarına son verip kendini işine ve gelecekte kuracağı ailesine adadığını biliyoruz. Daisy’nin, yaşının verdiği heyecanla zaman zaman hatalar yapmasına rağmen, masumiyetini biliyoruz.

Bir de filmin bu karakterleri nasıl ele aldığına bakalım.

“Ana karakter çok yaşlı, at çöpe. Hmm, kitapta güzel olarak tasvir edilen genç bir kız var, onu olabildiğince seksileştirelim, hatta banyo yaptığı ve yarı çıplak göründüğü sahneler de ekleyelim. Kitapta böyle bir şey yok mu? Bu beni ilgilendirmez! Oyuncuya söyleyin biraz daha kırıtsın! Psikolojik problemleri olan katil için, hoş bir beyefendi seçelim. İnsanlar karanlık, yakışıklı tiplere bayılır. Oh yes beybi, şu mazlum bakışlara bak, çok canlar yakacak, çok! Hazır yakışıklı bir aktör ile güzel bir kadın varken neden onların arasındaki yasak bir aşkı da anlatmayalım ki?! Bu çok tutar! Aa, o kızla ilgilenen başka bir erkek daha mı var? Süper! Ne demek dürüst, çalışkan bir adam! Olmaz öyle şey, şey yapın onu… Onu filmin asıl kötüsü yapalım. Katil değil de, katille aşığı arasına girmeye çalışan yaşlı bir yavşak! Evet süper oldu ACTION!”

Senarist ve yönetmenin şu yaptıklarının Micheal Bay’in Tranformers için yaptıklarından hiçbir farkı yok ve kimse bana aksini iddia edemez. Sinemacılar isterlerse beni taşlayabilirler ama Hitchcock’un The Lodger filmi, şimdiye kadar asıl kaynağını bilerek izlediğim EN KÖTÜ uyarlamaydı. Buna Death Note’un Netflix versiyonu bile dahil!

Hah şaka yapıyorum, tabiiki de Netflix’in Death Note’unu izlemedim. Hala kendime saygım var.

Yazıma son vermeden önce, filmi ve filmin beni ne kadar sinirlendirdiğini bir kenara bırakarak kitap hakkında değinmek istediğim son bir konu daha var. Panama Yayıncılık’tan çıkan Kiracı - Sisli Bir Londra Hikayesi son zamanlarda okuduğum en tertipli çeviri kitap. Sadece bir ya da iki kere redaksiyon hatası yakaladım ve onlar da kesinlikle abartılacak şeyler değildi. Çevirmeni Emre Alagöz, son okumasını yapan Elif Çelik ve genel yayın yönetmeni Caner Vural’a böyle güzel bir iş çıkardıkları için teşekkür ediyorum. Leyla Çelik’in yaptığı kapak tasarımının çok orjinal olduğunu iddia etmeyeceğim, zira aynı gün edindiğim John Delahunt - Bir Cinayetin Hikayesi isimli kitabın kapağında kullanılan suretle neredeyse aynı, alışık olduğumuz fötr şapkalı, pelerinli bir adamın gölgesi. Yine de, metne uygun ve HITCHCOCKUN VERSİYONUNDAN ÇOK DAHA TASVİRE BENZER!

… Derin nefes. Derin nefes.

Kitabın aslına (konu ve karakterler) on üzerinden yedi, çevirisine sekiz, filmine de sıfır veriyorum. Marie Belloc’un kaleminden çıkan pek çok eserin dilimize kazandırılmaya devam etmesi dileğiyle.

Not: 1800’lerin Londa’sında bile sabah, öğle, akşam olmak üzere üç baskı gazete çıkarken, günümüzde bir dergi yayımlamanın bile imkansızlaşması da bize kapak olsun.


Batman - White Knight Neden Kötü Bir Batman Çizgi Romanı?

Bu yazı Batman - White Knight serisinin sonu da dahil olmak üzere tümü hakkında bilgiler içermektedir ve eğer seriyi okumak gibi bi...