5 Ekim 2018 Cuma

Kiracı - Sisli Bir Londra Hikayesi veya Bir İngiliz Uşağının Psikolojisi




Batman okuduğu, izlediği ya da oynadığı sırada kendini Alfred’in yerine koyan biri ile karşılaşmadım hiç. Bruce Wayne’in, Selina Kyle’ın, Joker’in ve Gotham’ın çok çeşitli kötü adamlarının pek çok hayranı, seveni, hikayelerini okuyanı, cosplayini yapanı bulunur ancak Alfred için bu ya çok az geçerlidir ya da hiç geçerli değildir. Beni yanlış anlamanızı istemem, Alfred Batman için önemli bir karakterdir. Bruce Wayne Alfred’i çoğu zaman babası yerine koyar, onu yetiştiren adamdır, her derdine deva olan, koruyan ve kollayan. Ayrıca, Alfred’in parıltısını yakalayan oldukça etkileyici sahneler de vardır çizgi romanlarda. Bunların başında kişisel fikrime göre, her ne kadar asıl evrenin bir parçası olmasa da, Injustice serisinde, Superman, Batman’in belini kırdıktan sonra, Alfred’in kriptonu avuçlayıp, Superman’in ağzını burnunu kırması gelir. Ve her ne kadar Pennyworth isimli Alfred’in gençlik günlerini anlatacak bir dizinin dedikoduları dönüyor olsa da, şimdiye kadar Alfred’in kendine has bir serisinin olmamasının sebepleri var. Bunlardan biri, kimsenin sayfalar boyunca, hayatını adadığı efendisinin geceleri yarasa kostümüne bürünerek insanları yumruklamaktan haz duyduğu gerçeği hakkındaki iç çatışmalarını okumaktan pek de zevk ve heyecan duymayacak olması.


Kiracı’nın yazarı, Marie Belloc Lowndes benimle aynı fikirde değil.


1868 doğumlu Marie Adelaide Elizabeth Rayner Belloc Lowndes, ilk kitabı olan H.R.H. The Prince of Wales: An Account of His Career’i yayınladığı 1898 yılından itibaren, 1947’deki vefatına kadar ortalama her sene romanlardan, oyunlara kadar çok geniş bir yelpazede seyreden pek çok kitap yazmıştır. Bu kitaplardan en ünlüsü, Alfred Hitchcock’un da 1927’de filmini çektiği ve Türkçeye Kiracı - Sisli Bir Londra Hikayesi ismiyle çevrilen The Lodger. Yazarın çok sayıdaki kitapları arasından Türkçeye tek çevrilmiş olanı şimdilik bu. Hitchcock’un film uyarlaması hakkında da yazının sonlarına doğru değineceğim ancak şimdi, kitabın kendisine geçelim. Yazı boyunca “önemli” kategorisinde gördüğümde olaylara ve detaylara, edinip okumak isteyen olabileceği sebebiyle yer meyeceğim ancak yine de kitabın “özetinden” çok daha fazlasını bekleyebilirsiniz.

Karındeşen Jack cinayetlerinden esinlenen kitap, açlıktan ağzı kokan ancak bunu asla itiraf etmeyecek Bay ve Bayan Bunting çiftinin işlettikleri pansiyona aylar sonra bir müşteri gelmesi ile başlıyor. Çift hakkında ilk olarak öğrendiğimiz en önemli detaylardan biri, ikisinin de uzun zaman boyunca çeşitli beyefendi ve hanımefendilerin yanında uşak ve hizmetkar olarak çalıştıkları, eğitimleri ve karakterlerinin bu şekilde oturduğu. Kitap boyunca bu özelliklerinden şaşmıyorlar, hatta bu detay giderek önem kazanıyor.

Yanında bir dolu altınla kapılarını çalan Bay Sleuth, ilk başta Bay ve Bayan Bunting’in yüzünü güldürse de, tuhaf davranışları zaman içerisinde ikiliden özellikle kiracılarının hizmetini gören Bayan Bunting’in uykularını kaçırmaya başlıyor. Kitap boyunca, çoğunlukla Bayan Bunting’in bakış açısından tanık oluyoruz gelişmelere ve kendisinin düşüncelerini takip ediyoruz. Bayan Bunting, keskin doğruları ve yanlışları olan, dindar yine de kendi ayakları üzerinde durabilen, inatçı bir kadın olarak tasvir ediliyor. Bir yandan, kadınları vahşi bir şekilde öldüren Kindar isimli katilin yankıları Londra’yı sallarken, öte yandan kurtarıcıları olarak gördüğü Bay Sleuth’un garip huylarına anlam veremeyen Bayan Bunting’in, saygı, şefkat ve dehşet duyguları arasında gidip gelen ruh hali, kitabın önemli bir kısmını oluşturuyor.


Psikolojik gerilim türündeki Kiracı, türün örneklerinin pek çoğunun uyguladığı yöntemden şaşmayarak hikayenin kullandığı alanları oldukça sınırlandırıyor. Hatta hikayenin yüzde doksanının pansiyonun içerisinde geçtiğini söyleyebilirim. Kitap boyunca, sadece dört kere evin dışarısına çıkmış karakterleri takip ediyoruz ve bu asla tek başına Bay Sleuth değil. Aslında bakarsanız, Bay Sleuth’un ne düşündüğünü, ne yaptığını ve amacını asla öğrenmiyoruz, kendisi hakkında verilen bilgilerin tamamı Bay ve Bayan Bunting’in gözlemleri ve kanılarından ibaret. Ve aslında kitabın özellikle ilk yarısında gerilim yaratmak için kullandığı en büyük oyunlardan biri de bu. Biz okuyucular olarak daha kitabın ilk bölümünden Kindar’ın bu yeni gelen kiracı olduğundan şüphe duysak da, hatta kitabın arkasındaki özeti dahi bunu bariz bir şekilde ima etse de, tahminlerimizin kesinliğinin yüzde doksan dokuzun üzerine çıkması mümkün değil. Bizim başından beri farkında olduğumuz durumun, her bir sayfa çevirişimizde Bay ve Bayan Bunting için nasıl daha büyük bir olasılık haline geldiğini ve bu olasılığın yaşlı çiftin hayatlarını, tavırlarını, düşüncelerini nasıl etkilediğini, böyle korkunç bir ihtimal karşısında verdikleri normal ve anormal tepkileri anlatıyor aslında kitap.

Bu üçlü dışında, Bay Bunting’in ilk eşinden olan kızı Daisy, ve Bunting çiftinin aile dostları polis dedektifi Joe da sık sık pansiyonun oturma odasında karşımıza çıkıyor. Bu iki karakterin üzerinde çok durmayacağım zira, film hakkındaki paragraflarda daha derinlemesine inceleme fırsatı bulacağımı biliyorum. Normalde, yaşlı teyzesinin yanında kalan Daisy’nin bir süreliğine pansiyona taşınması ile, çiftin kiracılarının şüpheli davranışlarının yükü altındaki zihinleri genç Daisy’i olabildiğince bu adamdan uzak tutmaları gerektiği sorumluluğu sebebiyle daha da bulanıyor. Öte yandan, o güne kadar hoş sohbet bir şekilde karşıladıkları Joe’nun ziyaretleri, Daisy’i görebilmek amacıyla sıklaştıkça, polis dedektifinin benzer şüphelere bürünmesimesi için ellerinden geleni yapıyorlar.

İtiraf etmem gerekirse, Bay ve Bayan Bunting, kitap boyunca polislerinin kapılarını çalmasından üst katlarında cani bir katil yaşıyor olma ihtimalinden çok daha fazla korkuyorlar ve belki de bu, o dönemin farklı sosyal sınıflarının adalet sistemine ve “rezil olma” karşı tutundukları tavra aydınlık kazandırırken bir yandan da bugün okunduğunda aslında bazı şeylerin ve insan doğasının pek de değişmediği hissini uyandırıyor.

Kitapla alakalı, en önemli sorunum ise Bay Sleuth’un kendisi. Her daim başkalarının açısından ele alınan Bay Sleuth, kitap boyunca gizemli havasını korumayı başarıyor ve bu oldukça başarılı bir durum. Ancak, Kindar hakkında zaman zaman Bay Bunting’in okuduğu gazetelerden, zaman zaman ise diğer karakterlerin hakkında çok “zeki” ve “sinsi” bir karakter olduğunu öğreniyoruz ki, tüm Londra polisi seferber olmasına rağmen yakalanmadan pek çok cinayet işleyebilen bu kişinin bahsi geçen özelliklere sahip olduğunu varsaymak da oldukça doğal. Ancak, Bay Sleuth bu özellikleri neredeyse hiçbir zaman gerçekte gösteremiyor ve bir takım sahnelerde Bay ve Bayan Bunting’e karşı tutumunun tabir-i caizse aptalca olduğuna inanıyorum. Edebiyatın belkemiği, “Söyleme, göster!” emri maalesef Bay Sleuth söz konusu olduğunda kitap boyunca hiçbir zaman yeterlilik kazanmıyor.

Şimdilik kitap ve karakterler hakkında söyleyeceklerim bu kadar. Kiracı’nın Hitchcock yapımı uyarlamasına değinmeden önce açıklığa kavuşturmak isterim ki, ben sinemadan anlamam. Çekim teknikleri, kamera açıları gibi konularda gerek Hitchcock’un gerekse filmin sinema tarihinde ne kadar büyük bir önem arz ettiğine dair bir fikrim yok. Ve filmi izlememin sebebi, ah oturup bir Hitchcock filmi izleyeyim demem değil, tamamen, bu kitabın filmi ünlü bir yönetmen tarafından çekilmiş, acaba nasıl olmuş şeklindeki merakımdan. Bu yüzden film hakkındaki eleştirilerimin sadece senaryosu için olduğunu belirtmek isterim.




Ve işte gelelim, filmin senaryosunun Marie Belloc’un hikayesine neler yaptığına.

Kitapta hiçbir zaman yakışıklı olarak tasvir edilmemiş, sadece kişiliği değil suratının karakteristik özellikleri de çoğu zaman tuhaf olarak betimlenen Bay Sleuth, yani kitap boyunca en az altı, hayatı boyunca ise en az on iki kadını vahşice öldürdüğünü bildiğimiz KATİL, artık Ivor Novella isimli son derece eli yüzü düzgün bir aktör tarafından canlandırılan, yakışıklı, genç, belki kadın cinsi ile ufak tefek problemleri olsa da son derece alımlı bir beyefendi.

Ana karakterler Bayan Bunting ve eşi Bay Bunting varya, eh işte artık yoklar. Daha doğrusu yok gibiler. Arada temizlik falan yapıyorlar. Bazen Bayan Bunting’i endişeli bir ruh hali ile görüyoruz, o kadarcık. Çünkü filmin anlatmak istediği daha önemli şeyler var!

Yaşlı çiftin dostları, yakışıklı, genç, çalışkan, dürüst ve biraz da saf polis dedektifi Joe Chandler ise orta yaşlarının üzerinde, işini ciddiye almayan ve film boyunca Daisy’i suistimal etmeye çalışan bir sapık.


Ve Daisy’den bahsetmişken… Ah Daisy. Vah Daisy. Annesini küçük yaşta kaybetmiş, kısa bir süre öncesine kadar yaşlı teyzesine yardım etmek için onunla birlikte yaşayan, henüz on yedi yaşındaki çocuksu, masum Daisy’i aklınızdan çıkarın ve onun yerine, model olarak çalışan, her köşe başında önce Joe, sonra Bay Sleuth ile fingirdeşen bir kadın hayal edin. Ve daha da kötüsü, filmin ilerleyen dakikalarından Bay Sleuth’un aşığı olmaktan bir adım öteye gidemiyor! KATİLİN AŞIĞI! LOVE INTEREST! (Burada sinirden çığlık attığımı hayal edebilirsiniz.)

Pekala, sakinim. Sakinim. Bu değişikliklerin, gerek izleyici toplamak gerekse Daisy’nin kaderini meşrulaştırmak için eklenen cinsiyetçi bir zihnin ürünü olduğunu anlamak için sinema eleştirmeni olmaya gerek yok. Kitapta cinsiyetçi söylemler yok mu? Elbette var! 1900’lerin başında yazılan bir kitabın günümüz sosyolojik değerleri ile ölçüşmesini tabii ki de beklemiyorum. Ancak sadece o dönemde birçok eser yayınlamış bir kadın olarak değil, aynı zamanda ünlü bir Viktoryan dönemi feministi olan annesi, Bessie Rayner Parkes’ın da etkisiyle olsa gerek ki, Belloc’un kitabında ana karakter Bayan Bunting’in ağzından kadınlara yakıştırdığı veya yakıştırmadığı davranışlar hakkındaki düşüncelerinin sebebini biliyoruz. O güne kadar hizmet ettiği hanımefendilere saygıda kusur etmemek üzere eğitilmiş, ağzına tek bir damla içki bile koymamış oldukça dindar bir kadın olan Bayan Bunting’in, gerek diğer kadınlara yönelik yorumlarının, gerekse Daisy ile olan “Benim gençliğimde insanlar pazar günleri gezip tozmazlardı. Flört edenler kliseye birlikte giderlerdi.” (sf. 311) benzeri diyaloglarının arkasında sadece gerçekçi bir şekilde yaratılmış bir karakter var. Bayan Bunting’in tutunduğu değerlere neden inandığını biliyoruz. Hayat arkadaşnın sert doğasına karşı çekingen bir tutum sergileyen Bay Bunting’in, neden zaman zaman ilk eşinden yadigar kalan kızını üvey annesine karşı koruyamadığını biliyoruz. Eskiden çapkın bir adam olan Joe’nun, Daisy’i gördüğü günden beri kötü alışkanlıklarına son verip kendini işine ve gelecekte kuracağı ailesine adadığını biliyoruz. Daisy’nin, yaşının verdiği heyecanla zaman zaman hatalar yapmasına rağmen, masumiyetini biliyoruz.

Bir de filmin bu karakterleri nasıl ele aldığına bakalım.

“Ana karakter çok yaşlı, at çöpe. Hmm, kitapta güzel olarak tasvir edilen genç bir kız var, onu olabildiğince seksileştirelim, hatta banyo yaptığı ve yarı çıplak göründüğü sahneler de ekleyelim. Kitapta böyle bir şey yok mu? Bu beni ilgilendirmez! Oyuncuya söyleyin biraz daha kırıtsın! Psikolojik problemleri olan katil için, hoş bir beyefendi seçelim. İnsanlar karanlık, yakışıklı tiplere bayılır. Oh yes beybi, şu mazlum bakışlara bak, çok canlar yakacak, çok! Hazır yakışıklı bir aktör ile güzel bir kadın varken neden onların arasındaki yasak bir aşkı da anlatmayalım ki?! Bu çok tutar! Aa, o kızla ilgilenen başka bir erkek daha mı var? Süper! Ne demek dürüst, çalışkan bir adam! Olmaz öyle şey, şey yapın onu… Onu filmin asıl kötüsü yapalım. Katil değil de, katille aşığı arasına girmeye çalışan yaşlı bir yavşak! Evet süper oldu ACTION!”

Senarist ve yönetmenin şu yaptıklarının Micheal Bay’in Tranformers için yaptıklarından hiçbir farkı yok ve kimse bana aksini iddia edemez. Sinemacılar isterlerse beni taşlayabilirler ama Hitchcock’un The Lodger filmi, şimdiye kadar asıl kaynağını bilerek izlediğim EN KÖTÜ uyarlamaydı. Buna Death Note’un Netflix versiyonu bile dahil!

Hah şaka yapıyorum, tabiiki de Netflix’in Death Note’unu izlemedim. Hala kendime saygım var.

Yazıma son vermeden önce, filmi ve filmin beni ne kadar sinirlendirdiğini bir kenara bırakarak kitap hakkında değinmek istediğim son bir konu daha var. Panama Yayıncılık’tan çıkan Kiracı - Sisli Bir Londra Hikayesi son zamanlarda okuduğum en tertipli çeviri kitap. Sadece bir ya da iki kere redaksiyon hatası yakaladım ve onlar da kesinlikle abartılacak şeyler değildi. Çevirmeni Emre Alagöz, son okumasını yapan Elif Çelik ve genel yayın yönetmeni Caner Vural’a böyle güzel bir iş çıkardıkları için teşekkür ediyorum. Leyla Çelik’in yaptığı kapak tasarımının çok orjinal olduğunu iddia etmeyeceğim, zira aynı gün edindiğim John Delahunt - Bir Cinayetin Hikayesi isimli kitabın kapağında kullanılan suretle neredeyse aynı, alışık olduğumuz fötr şapkalı, pelerinli bir adamın gölgesi. Yine de, metne uygun ve HITCHCOCKUN VERSİYONUNDAN ÇOK DAHA TASVİRE BENZER!

… Derin nefes. Derin nefes.

Kitabın aslına (konu ve karakterler) on üzerinden yedi, çevirisine sekiz, filmine de sıfır veriyorum. Marie Belloc’un kaleminden çıkan pek çok eserin dilimize kazandırılmaya devam etmesi dileğiyle.

Not: 1800’lerin Londa’sında bile sabah, öğle, akşam olmak üzere üç baskı gazete çıkarken, günümüzde bir dergi yayımlamanın bile imkansızlaşması da bize kapak olsun.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Batman - White Knight Neden Kötü Bir Batman Çizgi Romanı?

Bu yazı Batman - White Knight serisinin sonu da dahil olmak üzere tümü hakkında bilgiler içermektedir ve eğer seriyi okumak gibi bi...